BİR ‘TAŞ FELSEFESİNE GİRİŞ’ İÇİN DENEME-II




 Acaba antik dönem mimarları Elisli Libon, Khersiphron, Metagenes, Hermogenes ve diğer, o muhteşem taş tapınakları (tanrının evini) yapan mimarlar, evini yaptıkları o tanrılara inanıyorlar mıydı? Yapının dışındaki, tanrıya tapınmaya gelmiş halka inanmaları için gereken bütün o korku, hayranlık, acizlik gibi küçültücü duyguları veren heybetli yapıyı inşa eden, tanrıyı daha azametli gösteren mekanizmaları yapan, ışık-gölge oyunlarıyla yapının içindeki tanrının heykelini “nurlandıran” kişiler hep mimarlardı antik dönemde. Dolayısıyla mimarlar tanrının halka inanç aşılayan bütün sırlarına vakıf olmaları bir yana, o sırların yaratıcısı konumundaydılar. İnanç dinamiklerini mimari yapıda yaratan kişiler olarak tanrı veya tanrılara inandıklarını söylemek ne kadar doğru olur? Veya inanıyorlarsa bile bunun normal halkın inandığı şekilde olmadığı açıktır.

Sadece antik dönem için değil, ilerleyen dönemlerde de bunu söylemek mümkündür. Zira aynı şey Osmanlı’nın büyük mimarı Mimar Sinan için de söylenebilir. İçine girdiğimizde, tanrının büyüklüğünü, azametini bize gösterip altında kendimizi küçük hissetmemizi sağlayan o gök-kubbelere sahip camileri inşa eden tanrının kendisi değil, insandır; Sinan’dır. Bu durumda Sinan’ın Allah’a inanması mümkün müdür?

Tabii antik dönemde, özellikle büyük monumental taş yapılardan önce tanrılara açık havada basit bir sunakta veya tanrıyı temsil eden heykel veya simge önünde tapınıldığını da unutmamak gerekir. Böyle bir sistemde halkın/insanın tanrıyla ilişkisi daha kişisel ve öznel olmaktaydı. Tanrının temsil ettiği doğa güçleriyle veya tanrıyı temsil eden doğa parçasıyla (ağaç, bitki, hayvan vs.) iç içeydi. Ancak tapınaklarla birlikte ‘inanç işi’ bir organizasyona dönüşmüş olmalıdır. Tanrının kült heykelinin cella içerisinden daha etkileyici/korkutucu gözükmesi için çeşitli sistemler geliştirilmiştir; tanrının sembolü dört duvarla çevrilerek halktan iyice koparılmış ve zihinlerde daha soyut bir kavrama dönüşmesi sağlanmıştır. Tanrının sembolü halka gösterildiğinde de ışık oyunlarıyla nurlandırılarak sanki başka bir dünyadan (cennetten) gözüküyormuş gibi görünmesi sağlanmıştır.

İlahi dinlerle birlikte tanrı tamamen insanlardan koparılıp göklere yerleştirildikten sonra, inananlar tapınakların (dini yapıların) içine alınmaya başladılar. O zamana kadar dış görünüme daha çok önem verilen dini yapılarda, kilise ve camilerle birlikte yapının içine de dışı kadar önem verilmeye başlandı. Çünkü eskiden başka bir dünyadan tanrının göründüğü mekan, artık içine gireni ilahi, yeni bir dünyaya girdiğine inandırmak zorundaydı. Bu yüzden özellikle Ortaçağ kiliseleri ve camileri hem dışarıdan, hem de içerden etkileyici ve muhteşem görünmelerini sağlayan mimari düzenlemelere sahiptirler. Ancak o yapılara o muhteşemliği veren mimarlarının bilgi ve becerileridir; yani insandır. Ancak bu yapılar hem teknik hem de düzenleme açısından o kadar muhteşem seviyededirler ki, bugün bile insana ancak tanrılar (veya uzaylılar) tarafından yapılmış olabileceğini düşündürmektedirler. Antik dönem mimarlık bilgisi konusunda ehil olmayan günümüz insanlarından hala bu yapıları gördüğünde “O zamanda bu taşları nasıl kaldırmışlar böyle?” diye sormadan duramayanlar bulunmaktadır. Dolayısıyla bugün bile inşası ve varlığı inanılmaz gelen bu taş yapıların, antik dönemdeki varlıkları bile bir inanç gerektirmektedir. Yine bu inancı inşa eden, yapıyla birlikte mimardır. Belki de bir çok inançta yaratıcının mimarla özdeşleştirilmesi bundandır.

Sonuçta,insanla birlikte aynı mahalde ve içkin bir şekilde var olan tanrı mimari yapılarla önce mahalden koparılıp bir mekan içine alınmış, ardından da bir cevher/öz’e dönüştürülerek aşkın hale getirilmiştir. Sühreverdi’nin cevher tanımı bunu vurgulamaktadır: “Varlığı mümkün olan şeylerden, mahalde olmaksızın kaim olan şeye cevher adı verilir.” Tanrı, olan bir şeyden olmayan bir şeye dönüşmüştür. 

Yazının birinci bölümü için: BİR ‘TAŞ FELSEFESİNE GİRİŞ’ İÇİN DENEME

Yorumlar

Popüler Yayınlar